Sayın İl Müftümüz Arif Gökçe ile olan bir anımı paylaşmıştım. Bu kez de bir siyasi ile ”İnanç” konulu anımı paylaşacağım.
Adana’nın merkez ilçesi Seyhan’dır. 1986 yılında kurulduğu zaman ilk belediye başkanı Alevi kökenli bir CHP’li idi. Ardından yine Alevi kökenli ANAP’lı ve ardından DSP’den belediye başkanı seçildi. Özetle Seyhan İlçesi özellikle demografik yapısından dolayı Adana’da CHP’nin kalesi olarak bilinir.
2004 Yerel seçimlerinde Seyhan Belediyesi’ne AK Parti’den Azim Öztürk aday oldu. Öğretim görevlisi olan profesörü, üniversiteden tanırdım ama fazla samimiyetim yoktu.
Seçim çalışmalarının en yoğun olduğu bir anda, şehrin merkezinde Azim Hoca ile karşılaştık. Güler yüzü (Ki her zaman nazik ve güler yüzlüdür) ile, şehrin merkezinde, kibar bir beyefendi olarak tek başına geziyor. İtiraf edeyim haline üzüldüm. Kazanamayacağını bile bile bir mücadeleye girmiş gibi göründü bana. Aramızda şöyle bir sohbet geçti.
“Hocam, siz koca bir profesörsünüz, Allah aşkına kazanma ihtimali olmayan bir yerden neden aday oldunuz?” diye sordum.
“Sedat Bey, yanılıyorsunuz. Ben kesinlikle belediye başkanı olacağım…”
“Hocam bunu ciddi mi söylüyorsunuz?”
“Evet, hem sana sözüm olsun. Kazandığımda seni kahve içmeye davet edeceğim…”
“Yapmayın Hocam! Siz rüya görüyorsunuz” dedim. O da bana:
“Rüyadan uyanınca görüşürüz” dedi.
Evet, rüyadan uyandık. Prof. Dr. Azim Öztürk, oyların çoğunluğunu alarak (%36.3) AK Parti’den belediye başkanı oldu.
Beni hakikaten kahve içmeye davet etti ve ben de onu yürekten kutladım.
“Seyhan için üzerime bir vazife düşerse yaparım” dedim.
AK parti, mazlumların sesi olarak yükseliyordu.
Sayın Öztürk, sonraki dönemde de belediye başkanı seçildi. Ama karıncalar artık dışarıdan içe doğru değil, içeriden dışarı doğru hareket etmeye başlamışlardı. Çünkü gönüllerde inşa ettikleri yuvaları artık dışarıda kuruyorlardı.
Bir gün, böyle sıcak ve miskin bir yaz günü özel kalemden telefon geldi: Başkan bir konu hakkında görüşmek üzere makama davet ediyordu. Üstüm başım uygun değil, sakalım neredeyse on beş gün uzamış, bunu ifade ettim. Özel kalem, önemi yok deyip ısrar etti.
Başkan’ın makamına girdiğimde başkan yardımcısı, iki danışman ve tanımadığım iki kişi daha vardı. Başkan beni kapıda karşılarken saç sakal karışmış görünce:
“Oooo Sedat bey, seni böyle Allah’a inanmış olarak görmek çok güzel” dedi. Şaşırdım.
“Başkan” dedim “Ben Yaradan için, çölde kum tanesinden ve okyanusta su damlasından daha küçüğüm. Ben, haşa Allah’a inanmasam Yüce Mevla’mın kutsiyetinde ve yüceliğinde bir azalma meydana gelir mi?”
“Gelmez” dedi.
“Peki, inanmış olursam, Allah’ın yüceliğinde bir artış meydana gelir mi?”
“Yok, gelmez” dedi.
“Bakın Başkan, Kulun Allah’a inanmasının Allah için hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İnanmak insanın kendi huzuru için değerlidir. Ben Allah’a inanmaktan çok, Allah’ın kula inanmasını önemserim. Allah, size inanıyor mu? Bence bu önemli… Şimdi soruyorum; Belediye başkanısınız. Başınızı yastığa koyduğunuzda, burada yaptığınız işler için Allah sizden razı mı ve size inanıyor mu? İşte bunun cevabını zaten istemiyorum. Siz ne cevap verirseniz verin, onu Allah bilir” dedim. Yüzünde büyük bir endişe gördüm.
Biz Müslüman olarak, birbirimizin inanç polisi olmayı bırakmalıyız. Müslümanlığa hizmet etmek istiyor isek, emperyalizm ile haksızlık ile el ele, gönül gönüle mücadele etmeliyiz. “Bana kul hakkı ile gelme” diyen bir inancı, yaşam biçiminin merkezine koyuyorsak, şunu düşünmeliyiz:
“İki yüz yıl önceki İslam Coğrafyası ile bu günkü İslam coğrafyasını karşılaştıralım. Toprakların büyük bir kısmını kaybetmişiz. Son iki yüz yıldır, Hıristiyanlara saldıran bir İslam devleti olmadığı halde, biz toprakları neden kaybediyoruz?”
Gelecek hafta görüşmek üzere…