“Eskiden daha az ölürdük; şimdi çok ölüyoruz çok… “
Sormak, insanlığın muhteşem bir meziyetidir. Naçizane kendime bazen sorular sorarım. İlginçtir, çoğunun da cevabını bulamam. Ama yine de düşünen insan için sorular hep vardır ve var olmalıdır.
İNSAN NASIL AŞAĞILANIR? Su krizi nedeniyle tarlasını toprağını terk edip şehre gelen insan, villalarda havuz inşaatı yapma işinde çalışmak zorunda kalıyorsa bu insanı aşağılamaktır.
İşlemeye gücü olmadığı için toprağını bırakıp, hemen bitişiğindeki inşaat işlerinde çalışmak insanın aşağılanmasıdır.
İnsanı besleyen toprağın üzerine beton döküp, duvarına da ağaç manzarası asmak, insanın aşağılanmasıdır.
(Son zamanlarda çığ gibi büyüyen salgın) İnekler, beslenemediği için kesime gönderilirken, bebekler / çocuklar, pahalılıktan dolayı ihtiyacı olan sütü içemezken, genleriyle oynanarak çoğalmaları sağlanan kedi ve köpeklere mama verme furyası insanın aşağılanması değil de nedir? Belediyelerin süt dağıtmak yerine, bazı çevrelerin baskısıyla et fiyatına eşit kedi köpek maması dağıtmaları insanın aşağılanması değil de nedir?
BİR HIRSIZIN SERENCAMI: Hırsız, itiraf ediyor ve soruyor: “ Evet, çalıyorum. Masa başında imza atarak, tanımadığı kişilerin hakkını çalanlar benden daha mı günahsız? Yeryüzünde, hırsızlığı onaylayan hiçbir inanç yoktur. Ama sadece ben ceza görüyorum. İmzayla çalan ceza görmüyor.
Ben karnımı doyurma ihtiyacındayım, o hırslarını doyurma peşinde.
Ben öfkelerin, o iltifatların merkezinde…
Herkes beni yakalamak için uğraşırken, onları yakalamamak için uğraşıyor.
Bana öfkeleri dinmiyor. ‘Hırsız’ demekle yetinmiyor bir de ‘adi’ diyorlar. Demek ki anlayışlarında bir ‘hırsız’ var, bir de ‘Hırsızın Adisi’ var.
Acaba cehennemde adi hırsız ile adi olmayan hırsız ayrı cezalar mı görecek?
Haylazca sorular işte… Sanayiciler, çiftçiler, tüccarlar, zanaatkarlar ve ülke topyekun zararda iken, bankaların sadece faizcilik ile kazançlarını beş kat arttırmaları, hırsızlığın adisi mi? Normali mi? Yoksa hırsızlığın ta kendisi mi?
ESKİDEN DAHA AZ ÖLÜRDÜK: Eskiden kişi bir kere ölürdü, şimdi çok kere ölüyor. Bedeni cansız kalmadan önce, çocukluğu ölüyor. Çoğunun çocukluğu da kendisine verilmiş telefonun ekranına sabit bakışlarla ölüyor. Sonra gençliği, bulunamayan bir amacın ardında ölüyor. Hayalleri, umutları ölüyor sonra… Hüzünleri kendinden önce yaşlanıyor. “Her nefisin mutlaka tadacağı o son ölüm” gelmeden önce, çok ölmeye başladık çok…
Mesela ben, tarım alanlarının, betonlaştığını görünce ölüyorum.
Gençlerdeki üretim potansiyelinin değerlendirilmemiş olduğunu görünce; ölüyorum.
Yerli ve Milli ekonomi gerilerken, yabancı sermayenin bunca çoğalmasına; ölüyorum.
Evimiz taşlanıyor. Evimize göz dikenler, bir ittifak içinde evimizi taşlarken, evin içinde birbirimizle kavga ettiğimizi görünce an be an ölüyorum.
Ve bize dünyanın en muhteşem zaferlerini kazandıran o ortak ruhumuz… O yaralandıkça ben ölüyorum.
Eskiden daha az ölürdük; Şimdi çok ölüyoruz çok…
Oysa yaşatmak, öldürmekten çok daha kolay değil midir?
Bu dünyada her an ölmemize neden olan cehennemi inşa etmenin maliyeti yüksektir. Para, mal, mülk, tesis, bomba, silah ister…
Oysa cennet inşa etmek için gönül inşa etmek yeter.
Bunu fark etmek bu kadar mı zor?
Sorular diyordum… En muhteşem cevaplar, en sade sorulardan çıkar.