En basit tarifiyle ‘Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi’ olarak öğretildi Cumhuriyet. Ve yarın çok büyük meşakkatlerle kurduğumuz o Cumhuriyetin 100. Doğum yılını kutlayacağız.
Kutlu olsun hepimize. Bu ülkeyi kendi vatanı olarak bilen ve onun için canını vermeye hazır herkese.
Şöyle düşünüyorum da yarım asırı aşan Cumhuriyet yaşamımda gerçek bir Cumhuriyeti ne kadar yaşadım?
Bu sorunun yanıtı olarak yaşadığımız askeri darbeleri, Tek partili dönemi, baskıcı sözde demokrasi dönemlerini çıkarırsak sanırım pek fazla bir şey kalmıyor geriye.
Gerçi biz her zaman Cumhuriyet ve demokrasiyi birlikte düşündük ama öyle olmadığını canlı ve kanlı olarak gördük ve yaşadık.
Elbette yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde ülkemiz çok badireler atlattı.
Savaş sonrası neredeyse açlığa varan yaşam, daha sonra devlet öncülüğünde kalkınma çabaları.
İmtiyazsız- sınıfsız halkçı bir toplum düzeni yaratmak amacıyla bütünleşen o dönemlerin sanayileşme çabaları; Demir Çelik fabrikalarından- Basma fabrikalarına uzanan modeliyle belki de ilk yarım asrın en önemli sanayileşme çabalarının yaşandığı yıllar oldu.
O günlerde özellikle devlet katkısı ile yapılan işletmeleri saysak sonrasında herhalde iki binli yıllara değin yapılanlarla eşit olur.
Ne gariptir ki o hızlı sanayileşmenin ardından gelen dünya savaşına katılmadığımız halde Atatürk’ün vefatı sonrası bu çabalar adeta durmuş her anlamda dış etkiye açık bir kalkınma ve borçlanma modeli yaşama geçirilmeye başlanmıştı.
ABD her anlamda damarlarımıza kadar girmiş, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan her türlü sanayileşme çabası adeta yabancıların işgaline uğramıştı.
Bu arada savaşa girip alt üst olmuş ülkeler hızla sanayileşmiş bizler o ülkelerin takipçisi konumuna düşmüştük.
Çok partili dönemle birlikte bir şeylerin değişeceği düşünülmüşse de göstermelik olarak atılan bu adım askeri darbelerle sık sık kesintiye uğramıştı.
Özellikle sağ iktidarlar döneminde atılan sanayileşme adımları ( Gerçekçi adımlar olmasa da) ve Avrupa’dan esen Sosyalizm ve Demokrasi rüzgarları ile güçlenen ve bilinçlenen bir İşçi sınıfı mücadelesine kapı açmış ama demokrasi için atılan her adım darbelerle kesilmişti.
Bu arada Halkçı gelenek ve göreneklerden uzak bir bürokratik Kemalizm’in yolu da açıldı. Zamanla o bürokratik yapı ( Hala izleri olsa da) da şekil değiştirip ‘Gardırop’ Atatürkçülüğüne dönüştü.
İki binli yıllara değin süren bu mücadele toplumun her kesiminde belli bir uyanışın yolunu açmış farklı sosyal katmanlar ekonomi ve siyasette boy göstermeye başlamıştı.
Ve nihayet iki bin sonrası.
Sanırım yüz yıllık Cumhuriyetin dikkatle izlenilmesi ve incelenmesi gereken ikinci önemli dönemi de iki bin yılı sonrası.
Doğrudur, geçmişte yokluk döneminde yapılan birçok işletme özel sektöre geçmiş veya kapanmıştır ve bu son dönem özellikle Liberalleşmenin ve özel sektörün altın çağı oldu diyebiliriz.
Aselsan-Havelsan-Tusaş gibi kamu kurumlarına ek olarak kurulan birçok özel sektör sanayi işletmesi dünyada hatırı sayılır bir yer edinebilmek için çabalamaktadır.
Bu çabalara siyasi irade de destek verince dün her anlamda bağımlı olduğumuz sanayimiz büyük oranda değişime uğradı.
Günümüzün koşulları gereği ( Doğal olarak tam karşıtı görüşler de var) Yabancı sermaye ülkeye çekilebilmek için uğraş verilirken bir yandan da Kamu kurumları en azından Savunma Sanayii anlamında çok iyi bir yere geldi. Anadolu’nun çocukları yollarının açıldığı, destek verildiği anda neler yapabileceklerini tüm dünyaya gösterdiler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yokluklar içerisinde milletimiz Atatürk’ün önderliğinde birçok badireyi atlatmış her alanda gelişim için kolları hep birlikte sıvamıştır. Oysa bugün Atatürk’ü tabulaştırmaya çalışılmakta onun hedeflerini gerçekleştirmeye çalışanlara alkış tutacağımıza benden değil diye köstek olunmaktadır. Bu bağlamda toplumun gerçekçi ve topyekün kalkınmasından söz etmek asla mümkün olmayacaktır.
Cumhuriyet, özellikle demokrasi bir artı birin sandıkta kuracağı egemenlik değildir.
Cumhuriyetin yüzüncü yılında insanlarımız geçmişin hatalarının onandığı, yarının karanlık olmadığı, ay sonunu görebilmek adına bin bir şekle girmediği, hiç kimsenin dininden, milliyetinden, düşüncelerinden dolayı dışlanmadığı bir toplum görmek ve bunu kendisine verebilecek siyasi kimliklere ihtiyaç duymaktadır. Geçmişi allayıp pullayıp sunan, ya da yüz kez Atatürk diyerek kolayca alkış alacağını bilen, kendini ve toplumu kandırmaya çalışan laf cambazlarına değil.
Daha nice yüzyıllara diyorum ama bulunduğumuz yerde sayarak değil, dünyada söz sahibi yepyeni güçlü bir Türkiye olarak. Bunu yapabilecek her türlü olanağa zaten sahibiz.
Atatürk’ün “Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek olan sizlersiniz” diyerek bizlere yüklediği görevi rehber edinerek. Cumhuriyetimizi her anlamda yepyeni eserlerle taçlandırarak.